Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

11 Ağustos 2010 Çarşamba

FATIH MIKA BU KEZ BIR OYKUYLE KONUGUM...

Fatih Mika, gravur sanatcisi... Roma Guzel Sanatlar Akademisinde ogretim uyesi... Ambra'nin babasi... Iyi bir arkadas...
Gravur sanatciligina, ve siir yazarligina, bir suredir oykuler de ekledi...
Fatih, tanidigim en ilginc insanlardan biridir... Bitkiler yetistirir, guzel yemekler yapar, en ilginc dogum gunu hediyelerini o verir Federico'ya, tursular kurar, soya filizi yetistirmek icin kavanozlar icad eder...
Bize gelirken hep eli kolu dolu dolu gelir...

Iste bugun de ellerinde bir oykuyle geldi bana... Iki bolum halinde yayinlayacagim... Oykudeki ince kurguyu, tek tek islenmis detaylari, sanki gozunuzun onundelermiscesine size anlatilan ayrintilari sevecek, dusunerek ve sasirararak okuyacaksiniz... Ustelik Fatih'in gravurleri esliginde...

Tesekkurler Fatih, geldigin ve paylastigin icin...

11 Agustos 2010'Roma

-------------------------------------------------------------------------------------------------

AHLAT AGACI (I.Bolum)

Akşamüstü kuvvetlenen poyrazın köpüklenen dalgaları, denizi kıyıdan uzaklaştırıyordu. Ben de, bu poyraz ve denizin dalgalarına karışıp, topraktan kopmak istiyordum.

Toprak üzerinde iyi kötü bir yaşamım olmuş. Sevmiş, sevilmiş; aldatmış, aldatılmış; üzmüş, üzülmüş; kavgalar etmiş, yenmiş ve yenilmiştim. Ama, en güzel anlarım, toprak üzerinde değil de denizde olmuştu.

Üzerimde fırtınalar kopmuş, köpüklü dalgalarla boğuşmuş, yazları güneş ve tuzlu su derimi çatlatıp kırıştırmış; kışları buzlu sular ellerimi şişirip morartmış; hiç balık tutamayıp eve aç karnına dönmüş; çok balık tutup satamamış, ama bir şekilde yaşamımı devam ettirmiştim.

Takım sandığını, petromax lüx lambasını, muşambalarımı, yedek benzin bidonunu, bir şişe su, bir ekmek, beyaz peynir ve küçük bir karpuzu başaltına yerleştirdim. İskeleye bağlı tekneyi çözüp; yağmurun, güneşin ve tuzun ova ova beyazlaştırdığı iskele kalaslarını elimle ittim. İskelenin üzerindeki köpeğim Çiko; iskele ile birlikte sanki onu da itmişim gibi alınıp, sırtını bana döndü.

Dümene yekeyi taktım. Dokuz beygirlik Köhler marka motorumun volanına kaytanı dolayıp çektim. Motor pata pata pat çalışmaya başladı. Şaftın ucundaki pervanenin ittiği sular, arkamda küçük girdaplar bırakıyorlardı. Dereden çıkıp, denize açılmaya başladım. Karadan uzaklaştıkça poyraz kendini hissettiriyor, dalgalar gittikçe irileşiyorlardı. Arkamda kıyı belirsizleşiyor, detayları kaybolan tepelerdeki evlerin pencereleri, batan güneşin kırmızı ışıklarını gizli sırlar gibi uzaklara yansıtıyorlardı.

Motoru durdurup, çapari takımını suya bıraktım. Parmağımın ucundaki misina ile değişik sularda istavritleri arıyor, takımı oynatıyor, iskandil dibe vuruncaya kadar misinayı bırakıyordum. Ama tık yoktu, sanki deniz boşalmıştı. Neden sonra, zar zor yirmi-yirmibeş parça istavriti livara atabilmiştim. İstavritin az olması umutlarımı arttırmış, bu akşam çok lüfer tutacağımı düşünmeye başlamıştım.

Motoru çalıştırıp yekenin başına geçtim. Dalgalara göğüs gere gere ilerleyen teknenin başı, bir dalganın üzerinde yükselip, diğer dalganın üzerine kapaklanıyor, teknenin yardığı suları, poyraz bir kırbaç gibi yüzüme çarpıyordu. Kıyıya yaklaşınca, rüzgaraltına girdim. Ortalık biraz sakinleşti. Dokuz-on kulaç sulara gelince demiri suya attım. Demir ipine kalama verdikten sonra, ipi teknenin başına düğümledim.

Sonra takım sandığını açıp bir parça bezi ve civa şişesini elime aldım, bez parçasının üzerine civa serpiştirdim. Civa taneleri bezin kıvrımları arasında koşuşturuyor, birleşip daha büyük taneler oluşturuyor, tekne çalkalandıkça tekrar ayrışıp küçük damlalar haline dönüyorlardı. Zogaları civalarla ova ova parlattım.

Küçük kepçe ile livardan aldığım istavrit çırpınıyor, daha sonra bu çırpınma bitmez tükenmez bir titremeye dönüşüyor, kepçenin ıslak ağlarındaki suları her tarafa sıçratıyordu. İstavriti yem tahtasının üzerine yatırdığım zaman bir iki defa daha çırpınmaya çalıştı, ama üzerine kapanan sol elimin altında yapacağı pek bir şeyi kalmamıştı. İki tarafından kestiğim etleri, iki kanlı yaprak gibi yem tahtasının üzerine, zogaya takılmak üzere koydum. Açık şefaf ağzı, kocaman gözleri, kırmızı solungaçlarının devamında kalan yüzgeç ve kılçıktan ibaret gövdeyi kuyruğundan tutup suya attım. Beyaz bir martı, kendini yükseklerden bırakarak, istavritin kafası ve kılçıklı gövdesinden oluşan akşam yemeğinin üzerine kapaklanıp, sarı gagası ile balık artığını bir çırpıda yutuverdi. Akşam yemeği servisinin devam edip etmeyeceğini merakla bekleyip, teknenin etrafında biraz dolanıp, umudunu kesince uçup uzaklaştı.

Saatler ilerlemeye, kara ile aramıza giren karanlık, şehri benden uzaklaştırmaya başladı. Lüx lambasının camını çıkarıp lüxe yeni bir gömlek takıp pompalamaya başladım. Sonra mavi ispirto ile gömleği yakıp gazyağını açtım. Gömleğin üzerine püsküren gazyağı, uğuldayarak yanmaya başladı. Lüxü teknenin kenarındaki tahtadaki çiviye astım. Simsiyah denizin ortasındaki bu beyaz ışık; küpeştelerin, küreklerin, ağların, oturak tahtasının kenar çizgilerini aydınlatıp, sonra yavaş yavaş siyahın derinliklerinde kayboluyor, küçücük tekne, tek tablolu barok bir tapınağa benziyordu.

Suyun parlayan yüzeyinde, ışığın çekim gücüne kapılıp gelmiş deniz kurtları ve böcekleri oynaşıyor; küçük balıklar karanlıkların içinden bu hayvancıklara saldırılar düzenleyip, tekrar karanlıklarda kayboluyorlardı. Bir camgöz, ışığa bir başından girip, salına salına diğer başından çıkıp kayboldu.

Benim zoganın ucundaki yemi, küçük balıklar bir mors alfabesi gibi didikliyorlardı. Tıkırtılar bitince yem de bitmiş oluyor, oltayı yukarıya çekip zogaya yeni yem takıyordum. Dipten bir kulaç yukarıda beklettiğim oltada, mors alfabesi ile yapılan önemsiz sohbetler devam ediyor ama ciddi bir sohbeti başlatacak lüferler ortalıkta gözükmüyorlardı.

Zaman, teknenin üzerinde çalkalana çalkalana, düşler kura kura geçiyordu. Birden karanlığın içinden, uzaklardan geçmiş bir geminin iri dalgaları çıka geldiler. Tekne her tarafından sallanmaya, içerde ne varsa yerlerini değiştirmeye başladılar. Lüx lambasının gömleği düştü, ortalık karardı. Karanlıklar içinde takım sandığında bir lüx lambası gömleği bulup, lüxe taktım. Lüxün memesini iğne ile açıp, gömleği mavi ispirto ile yaktım, ardından gazyağını açtım. Altı metrelik küçük sandal, tekrar büyük bir tuval gibi canlandı. Yeniden zogaya yem takıp, takımı suya indirdim. Bu defa olta birden ağırlaştı. Lüfere benzemeyen, çuval gibi bir ağırlıktı bu. Herhalde sular döndü, ben demir ipini yakaladım diye düşünerek misinayı ağır ağır yukarı çekmeye başladım. Ağırlık, demir ipinin aksine yavaş yavaş yukarıya doğru geliyor, içimde umutlar yeşeriyor, dokuz kulaçlık misina bitmek tükenmek bilmiyordu. Birden, kırılan ışıkların içinde, balığın tepsi gibi geniş sırtını görüp, kalkan yakaladım diye umutlandım. Misinayı bir kulaç daha yukarı çekip, vatosun ince dikenli kuyruğunu görüp, lanetler okuyarak, misinayı kesip, vatosu zoga ile birlikte denizin dip sularına gönderdim.
Çiğ düşmeye, herşey sırıksıklam olmaya başladı. Üzerime sarı muşambalarımı giyindim. Bir yandan poyraz hızını arttırıyor, tekne dalgalara kafalar atıp bir koç gibi denizin üzerinde bir sağa bir sola geziniyordu. Lüferler ortalıkta yoktu. Son yem, son lüx gömleği, ve son zoga ile son balığı beklerken; birden bire lüx lambasının gömleği düşüverdi. Ortalık tekrar simsiyah oldu. Kendimi, hayat yolunun sonuna gelmiş hissettim. Aklıma, akşam üstü kayıkhaneden ayrılırken düşündüklerim geldi. “Poyraza, denizin dalgalarına karışmak istiyordum”. Sonra köpeğim Çiko’nun dargın yüzü. Çiko herşeyi hissetmişti. Cebimden kemik saplı çakı bıçağımı çıkarıp, demir ipini kesip, tekneyi, içinde kaybolmak istediğim poyraza ve dalgalara bıraktım.

Gidip kıçüstündeki ağların üzerine uzandım. Siyah gökyüzü tuvalinin üzerinde yıldızlar geziniyorlardı.

Başlarken söz hakkımız olmayan yaşamımızı, istediğimiz zaman bitirme hakkımız olmalıydı.
(....devam edecek)
.
8 Agustos' Ischia

4 yorum:

Nilambara dedi ki...

Fatih'i de, tarzını da özlemişim :))
bir çırpıda bitti, merakla devamını bekliyorum...
ikinize de sevgilerimle...

Bugday Tanesi dedi ki...

Gerçekten on parmağında on marifet bir insanmış.
Devamı gelsin bir an önce :)

Adsız dedi ki...

Sevgili Nilambara,

Umarım ikinci bölümde hayal kırıklğına uğratmamışımdır.

Benim yazı yazma serüvenimde başta Mehtap olmak üzere siz tofucanların emeği büyük.

Bana yazma şansı verdiniz, bana katlandınız. Yoksa bütün bu yazdıklarım içimde kalacaktı.

Fatih Mika

Brajeshwari dedi ki...

Fatihcim
içinde kalmasın, lütfen yaz....
bende merakla ikinci bölümü bekliyorum... Ondan sonra bir sakızın hikayesini yaz istersen:) onu daha merakla okurum, biliyorsun..

Ne güzel Tofu grubundaki herkesin " yaratıcılık geni" aktive oldu bu sayede ( yaraticilik geninin aktive olmasi olumlamasini hayatimiza sokan Berrin'e de çok sevgilerimle)